28 Eylül 2010 Salı

Sami Yen'de Bir Antrenman Maçı


Maça kaptan Belgarath'la birlikte gittik. Kapalı Tribün girişinde büyük sıkıntı -rezillik de denebilir- yaşandı ama bizden daha fazla sıkıntı yaşayanlara da rastladığım için bunu bir sorunmuş gibi buraya yazmak istemiyorum. Ama kişisel fikrim birçok insan maça biletsiz girdi ve Kapalı Üst tıklım tıklım oldu. Yeni Açık ve Eski Açık'a ise taraftar alınmadı, Fenerbahçe taraftarlarına ise küçücük bölüm ayrıldı. E kale arkaları için de bilet satılsaydı 50 liraya rağmen dolmaz mıydı? Büyük kısım dolardı. Biletlerin 50 milyon olması ise ayrı bir skandal ya -çoğu kişi biletsiz girerken- o da ayrı bir yazı konusu. Fenerbahçe Yönetimi bile insafa geldi, lig maçlarını 33 lira yapıyor.

90 dakikaya gelecek olursam... Geçen tahminimi yazmıştım, 3.5 gol üstü olacağına kesin gözüyle bakıyordum ama özellikle ilk yarıda takımların bu kadar hata yapacağını ben de düşünmemiştim. Hatalar ve goller ardı ardına geldi. Kapalı tribünün sağ tarafında, yani ilk yarıda Kasımpaşa'nın hücum yaptığı kaledeydik ve savunma hatalarımızı daha net gördüm. Özellikle Bilica beni hiç şaşırtmadı bu akşam. Selçuk da ilk yarıda ona uydu. Allah'tan Dia günündeydi de, şu an farklı şeyler konuşmuyoruz.

Aykut Kocaman, geçtiğimiz gün yaptığı açıklamada, "Takımımız yavaş oynayan bir takım. Tempo olarak baktığınız zaman belli bir seviyeye zaman zaman çıkabiliyor sadece ve bunun artması gerekiyor. Oynadığımız alan merkeze yakın ve Fenerbahçe gibi ülkenin en büyüğü olan bir takım, rakip alanda oynamaya daha yakın olmalı." demişti. Bugün de bunu uygulamaya çalıştı. Gerçi o bunu muhtemelen "Özer-Emre-Mehmet Topuz" orta sahası ve "Stoch-Niang-Dia" hücum hattı ile uygulamak istiyor ama en azından sezon sonuna kadar bu şekilde devam etmesi gerekli.

Bilica da, Lugano da çabuk değiller ve tek hamleli stoperler. Savunma geride kurulsa geçen seneki gibi, muhtemelen yine çoğu maçta gol yemeyiz veya az gol yeriz. Çünkü Bilica da esasında iyi bir stoper. Ama savunma orta sahaya çok yakın kurulduğunda, Sergen Yalçın deyimiyle sıkıntı oluşuyor. Bugün ilk yarıda savunmayı çok önde kurduk, gerçi zaman zaman Selçuk da Bilica ve Lugano'nun arasına girdi ve 3-5-2/5-3-2 gibiydik. Elimizde 2005 model bir Aurelio-Appiah ikilisi olsa, Bilica ve Lugano'ya rağmen savunmayı önde kurarız tamam. Ama gayretini çok takdir ettiğim Selçuk'la olmuyor.

Aykut Hoca da savunma zaafiyeti yüzünden iyice sinir olmuş olmalı ki, devre arasında 2 değişiklik birden yaptı. Yobo madem oynayabilecek durumdaydı, sakatlığı geçmişti, neden ilk 11'de başlamaz diye sorası geliyor insanın. Ama 6 gol attığımız maçta da, hep destek tam destek sözü verdiğim Aykut Hoca'yı fazla eleştirmek istemiyorum. :)

Başlığa antrenman maçı yazdım, çünkü ilk 24 dakikalık bölümdeki hatalar, verilen açıklar, vasatın üstü 2 Bank Asya takımı arasında oynanan maçta bile yapılmaz. Ersen Martin'in penaltısı nasıl açıklanabilir ki? Bu kadar basit mi yani? Peki 1-0 gerideyken Volkan'ın çalım atmaya kalkması? 4-2'den sonra da oyun iyice koptu, eminim tribündeki Kasımpaşalılar bir an önce bitse de gitsek diye dua etmişlerdir.

Demek istediğim şu ki, 6 gol atmamız önemli, önemsiz demiyorum ama yapılan savunma hataları çok daha önemli benim için. Çünkü Kasımpaşa oyunun büyük bölümünde "yoktu" birkaç futbolcusu haricinde. Çok iyi kadrolara gerek yok, bizi geçen sene Kadıköy'de oynanan seyircisiz maçta 3-1 yenen Kasımpaşa kadrosu bu maçta olsa, sizce oyunun gidişatı ve skor böyle olur muydu? Kasımpaşa'yı her hafta izlemiyorum, bu yüzden kesin tavırlı yorumlar yapmam da doğru olmaz ama Yılmaz Vural takımını güçlendireceğine, sanki bilerek zayıflatmış. Yılmaz Vural'ı sevdiğimden, başarılı olmasını istediğimden söylüyorum. Nerde geçen sene takdir ettiğimiz Kasımpaşa, nerede bugünkü sahada varlığıyla yokluğu belli olmayan takım.

Fenerbahçe oyuncularını ve teknik heyeti kısaca değerlendirerek de yazıyı sonlandırayım.

Aykut Kocaman: Oyunu bu sefer iyi okudu. Zaman zaman düşünceleriyle yaptıkları çelişiyor gibi ama ben doğruyu sonunda bulacağına inanıyorum, en azından inanmak istiyorum.

Volkan: Yediği 2 golde kızmadım ona, elbet gol yiyecek. Arada kötü maçlar da çıkarabilir her başarılı kaleci. Lakin yazıda vurguladığım o çalım olayını çözemedim. Tekniğin süper olur, orada risk alırsın. Ama sen de kendini tanıyorsun, ya orada maç 2-0 olsaydı ve Kasımpaşa tamamen kapansaydı?

Gökhan: Bir ara sol açıkta bile oynadı, her zaman söylediğim gibi o bu takımın Tuncay Şanlı ruhunu yaşatıyor. Gerçi Fenerbahçe'de "harcandığını" düşünüyorum artık, gitse Milan'da vs. oynasa da izlesek...

Lugano: Senelerdir izlediğim Lugano'yu da çözdüğümü düşünüyorum. Hani "maç seçme" sorunu var deniyor ya Fenerbahçeli futbolcuların, bu aslında Lugano'da konsantrasyon sorunu olarak nüksediyor. Lugano'yu oynat Galatasaray'a, Beşiktaş'a karşı, belki hatasız oynar, maçın adamı olur, üstüne de golünü yazar. Ama bu tarz zayıf rakiplere karşı "nasılsa kazanırız" düşüncesinden midir bilemiyorum, yeteri kadar konsantre ve motive olamıyor. Bu umursamamazlık, maçı takmamazlık falan değil. Bugün de ilk yarı boyunca Lugano'yu gördüğümde aklımdan bu geçti...

Bilica: Kapanan, savunmayı geriye kuran ve uzun toplarla ileriye çıkmaya çalışan bir takıma gönderelim Bilica'yı, eminim Sivas'taki gibi yine başarılı olacaktır. Ama Aykut Kocaman'ın oyun planında yeri yok. Selçuk'la birlikte ilk 45 dakikada beni en çok sinir eden futbolcuydu.

Andre Santos: Şu sevgili bende de olsa, belki ben de maçı falan düşünmem, nasıl olsa milyon euro'lar hesabıma yatıyor. Gökhan Gönül'lü bir takımın sol beki olamaz. Alex'in bölgesinde bile oynasa daha yararlı olur şu an sol bekte oynadığından (ironi falan yok).

Mehmet Topuz: 4-4-1-1'in sağ önünde hala olmadı... Olmasını bekliyorum/bekliyoruz. Bugün ara ara kalitesini gösterdi ama çok beğendiğimi söyleyemem. Onun da sorunu liderlik. Kayseri'de liderdi, burada takım içi önem sıralamasında ilk 5'e bile giremiyor. Bu bazı oyuncular için normalden daha fazla önemlidir, Alex-Emre vs. varken üstelik sağ çizgiye hapsolmuşken -sık sık içeriye girdiği için o bölgede de sıkıntı oluyor- istenileni veremeyecek gibi. Ümit işte...

Emre: Bölüm bölüm muhteşem oynadı. Emre'den hep böyle hücuma katkı bekliyoruz ama önemli olan bunu daha güçlü takımlara karşı yapıp yapamayacağı... Takımın en iyilerindendi, Dia'dan sonra 2. sıraya da koyabilirim.

Selçuk: O da Yunan sevgilisinden ayrılsa üzülmem, sevinirim bile. Yazı içinde yeterince bahsettim zaten Selçuk'tan.

Dia: Maçın adamı. Tartışmam. Anelka'nın şov yaptığı Beşiktaş maçını gözümün önüne getirdi. Hep böyle oynarsa formayı ondan kimse alamaz. Ama ikinci yarı yoruldu gibi, sol çizgide 2 kez topu kontrol edemedi.

Alex: Alex'i ne kadar sevdiğimi herkes bilir. Yalnız unutmayalım ki Alex 27 yaşında değil ve ondan o zamanki gibi oynamasını beklememeliyiz. İnsafsızlık olur bu. Alex her maç 1 gol veya asist demek, bu yüzden oynayıp oynamamasını tartışmam ama Alex'in sahada fazla koşmadığını görebiliyorum. Ben buna katlanırım ama özellikle bu akşam 2. yarı enerjisini "iyice" ekonomik kullanan Alex'i de gördükten sonra Aykut Kocaman onu zaman zaman oyundan alırsa veya sonradan oyuna sokarsa, anlayışla karşılarım. Unutmayalım ki, hiç kimseyi beğenmeyen Sergen, 34 yaşındayken -yani Alex'ten sadece 1 yaş büyükken- Şekerspor'da oynuyordu.

Niang: Onu izlemek büyük keyif. Kaliteli futbolcu hemen belli olur ya, Niang'ın ne kadar iyi bir futbolcu olduğunu görmek için de futbol uzmanı olmaya gerek yok. Bugün gerçi attığı 2 gol boş kaleyeydi, keşke onları atacağına geçen hafta Beşiktaş'a atsaydı ama Güiza'dan sonra Drogba etkisi yarattı.

Yobo: Kötü değildi, ama bu 45 dakikası hakkında bir şey söylemek istemiyorum. Süre, sabır...

Caner: Aykut Kocaman genç oyunculara şans vermeyi seviyor, Caner de bu şansı iyi kullanmalı Andre Santos "havalardayken". Gün geçtikçe daha iyi oynayacağını düşünüyorum. Ama sağ bek büyük insan Gökhan Gönül'ken, benim sol bekim formda bir Hakan Balta'dır.

Stoch: Neden yedek kaldığını herkes merak ediyor. Benim takımımda banko 11 oynar ama Dia bugün şansını çok iyi kullandı. Çok çalışması gerekecek. Top kayıpları yaptı oyuna yeni girmesine rağmen.

25 Eylül 2010 Cumartesi

"Fenerbahçe'de Seks Yasağı Yok"


11 Haziran 1989 tarihinde Özcan Ercan, Rıdvan Dilmen ve Oğuz Çetin'le bir söyleşi gerçekleştirmiş Milliyet için, son bölümde Aykut Kocaman da gelmiş aralarına. Son zamanlarda beğendiğim ve daha çok insanın okuması gerektiğini düşündüğüm röportajları blog'a aktarmaya başladım, bunu da aktarmaya değer buldum.

Not: Ana sayfadaki manşet buydu, ben de bu yüzden aynı başlığı yazdım.

Günlerden cuma. Sabah saat 10 suları... Evet, bugün okullar tatil oluyor, ama sabahın bu saatinde değil herhalde. Fenerbahçe antrenman sahası önündeki bu talebe yığınları da ne.. Kızı erkeği, genci çocuğu, saha ile soyunma odaları arasında dev bir dalga gibi bir o yana bir bu yana koşuşturup duruyor. Ellerinde Fenerbahçeli futbolcuların boy boy posterleri... İşin garibi aynı takım posteri benim koltuğumun altında duruyor. Koyu Fenerbahçe taraftarı oğlum Burak'ın "Allah'ın emri" gibi bir isteği var... Bu haftaki konuklarımız Rıdvan, Oğuz ve Aykut'un poster üzerine imzaları alınacak. O da ne... Birden sağımdan solumdan koşuşan gençler ufacık bir adamın etrafında geçilmez bir duvar örüyor... Binlerce ses birden haykırıyor: "Rıdvan abi, ne olur şuna da bir imza at", "Bir resim lütfen, bir resim çektirebilir miyiz?", "Şunu da şunu da lütfen." Rıdvan gidiyor Oğuz geliyor, aynı saldırı ona, Aykut'la konuşmamız mümkün olmuyor... Etrafımız yine dolu. Yoksa ben İstanbul'da değil, ünlü film yıldızlarının katıldığı bir New York galasında mıyım? "Demek şöhret olmak böyle bir şey" diyerek sakinleşmeye çalışıyorum. Belki oğlumun dürtüsüyle gündeme geldi ama ben bu hafta gerçekten "dört dörtlük" konuklar seçmişim.

"ÇOK HIRSLIYIM"

- Çocuklar öncelikle kutlarım sizi. Uzunca bir aradan sonra rüyalarınız gerçekleşti ve şampiyonluğu yakaladınız. Ne denli bir hasretmiş ki tüm Türkiye'de adeta yer yerinden oynadı. Herkes Fenerbahçe'yi konuşuyor. Koyu bir Fenerbahçeli olan oğlum Burak da: "Anne sen neden Fenerbahçe ile konuşmuyorsun" deyince bu söyleşi zorunlu olarak gündeme geldi!.. Rıdvan dilersen önce senden başlayalım, şampiyonluğun kesinleştiği günden bu yana kendinde ne gibi değişiklikler hissediyorsun?

- Ben önce şunu söylemek istiyorum. Profesyonel futbolcunun amatörden farkı maddiyattır. Ama ben bunları aştım. Sarıyer'de oynarken de maddi sorunum yoktu. Ama Fenerbahçe'yi tercih ettim. Neden? Çünkü oğluma büyüdüğünde: "Bak bu yıllarda ben şampiyonluk gördüm" demek istedim. Bunu yapabileceğim tek takım olduğundan Fener'i tercih ettim. Parayı düşünmedim. Bu güreşçinin altın madalyayı hayal etmesi gibi bir şeydir. Sonunda da düşündüğüm gibi oldu.

- Ama yanılmıyorsam senin Fenerbahçe'de top koşturmaya başladığın günlerde Fenerbahçe pek de şampiyonluğun eşiğinde görünmüyordu. Hatta o günlerde söyleşi yaptığım Semih Bayülken: "Fenerbahçe daha 3-4 yıl şampiyonluk yüzü göremez" demişti.

- Yoo, yoo... Fenerbahçe tahammülsüz bir camiadır. Üç sene bile zor dayandı. Bu süre bile tarihinde rekor. Dördüncü yılda da yakaladı. (Boydan boya göğsünü gösteriyor) Geçen hafta garantiledikten sonra buralarım bir rahat. Eve gidiyorum, rahatım, müsterihim. Relaks derler ya öyle rahatladım. Garantileyene kadar stres içindeydim ve galiba istemeden etrafımdakileri de kırabiliyordum.

- Çok hırslı görünüyorsun futbola karşı.

- Evet, çok hırslıyım.

- Ben zaman zaman zorunlu olarak, tabii oğlum diğer kanalı izlememe izin vermediğinden maçlarınızı izliyorum. Simaen tanıdığım üç dört futbolcudan birisin. Dikkatimi çekti, kaleye çok yaklaşmana rağmen, kendin gol atmıyor, pas vermeyi tercih ediyorsun. Bu hırslı bir yapı için çelişki değil mi?

- Benim hırsım gol değil sonuçtur. Egoist bir yapıya sahip değilim. Yalnız futbolda değil bu, özel hayatımda da böyleyim... Ben forvet oyuncusuyum yüzde yüz gol yoksa atmam pas veririm, bir saniye düşünmem... Sonuca bakıyorum, gol atmışsak kendim atmışım gibi mutlu oluyorum. Beni Rıdvan yapan en önemli özellik de bu galiba...

- Oğuz, sen bu konuda ne düşünüyorsun? Rıdvan, hırslıyım ama bencil değilim diyor. Oysa ona "Şeytan" lakabı takılmış? Bu nereden geliyor?

- (Oğuz gülerek konuşmaya giriyor) Bence Rıdvan "Şeytan" değil de çok yetenekli. Yetenekli olduğu için de öyle akıl almaz hareketler yapıyor, en imkansızı gerçekleştiriyor ki, "şeytanlık" diyorlar... Ben tabii bu "şeytan" kelimesini futbol olarak alıyorum... İnsan olarak dediği gibi hem maçlarda hem özel yaşamında çok iyi niyetli bir çocuktur. İyi niyeti daima ön planda tutan samimi bir arkadaştır.

- Oğuz, Rıdvan'ın şöhreti konusundaki düşüncelerin ne? Kendisi iki yıldır Fenerbahçe'de, son bir yıldır da beraber top koşturuyorsunuz. Bu haklı kazanılmış bir şöhret mi? Nedir diğer arkadaşlarından farkı?

- Benim düşüncem, izin verirseniz, Rıdvan'dan önce basından bahsedeceğim. Bugüne kadar belli dönemlerde yıldızlar ortaya çıkarılmıştır. Tabii hakkı ile çıkmışlardır. Yetenekli oldukları için o noktaya ulaşmışlardır. Uzun süredir de Türkiye'de bir yıldız yoktu futbolda. Bence basın ve kamuoyu bir yıldız arayışı içerisindeydi. En uygun Rıdvan'ı gördü ki onu öne çıkardı. Haklı olarak bu sonuç doğdu tabii... Bence de Türkiye'deki en yetenekli futbolculardan biri. Basın onu ele almıştır ve bu duruma getirmiştir.

- Yani Rıdvan'ın bu noktaya gelişinde basının payı büyük diyorsun?

- Rıdvan bir şey yapmadın mı bu duruma geldi? Hayır yaptı... Futbolda sonucu etkileyen kişiler çok tutulur. Ne kadar iyi olursanız olun, ne kadar iyi oynarsanız oynayın, sonuç önemlidir. Mesela ben orta sahada oynarım. Ne kadar iyi oynasam, ne kadar güzel çalım atsam önemi yoktur. Ama onun yerine orta sahada gezineyim. Bir pas verip gol attırayım. Doksan dakika yürüyeyim ama sonunda gol attırayım, maçı alalım, ben o zaman makbul adamım... Rıdvan da öyle... Sonucu değiştirebilen bir adam. Bencilliği yok biraz önce de dediğim gibi. Gol atmasını da beceriyor. Gol attırmasını da... Ben onun bu noktaya gelmesini çok normal karşılıyorum. Son yıllarda Türkiye'de onun gibi futbolcu yetişmedi.

- Sence Rıdvan daha da iyi olabilir miydi?

- Şimdi Rıdvan en üstte. En üstte olduğu için de belki doyum noktasına geldi. Ama daha çok çaba harcarsa, antrenmanlarını daha çok yaparsa, özel hayatına biraz, tabii dikkat ediyordur da, aşırı derecede dikkat ederse, kendini tutarsa, bence Avrupa'nın her takımında oynar... Şu haliyle de oynar da, o zaman daha da iyi oynar...

- Ne diyorsun Rıdvan, doyum noktasına gelmiş olabilir misin?

- Bakın benim en önemli özelliğim doyumsuz bir yapıya sahip oluşum... Doymuyorum... Bu ün de yetmiyor bana... Hep daha ileriyi, hep daha iyiyi, hep daha başarılıyı arıyorum. Gazeteler beş yıldız veriyor. Hakikaten de iyi oynuyorum ama kendimi eksik görüyorum. Daha iyi oynayabilirdim diyorum. Mesela maçlardan önce çok rahat uyurum ben, ama maçtan sonra uyuyamıyorum.

- Başarıyı sürdüren hırstan söz ediyorsun.

- Zaten önemli olan bu. Başarıyı sürdürmek. Zor tarafı bu ünün, şöhretin.

"OĞUZ HAKLIDIR"

- Oğuz'dan seninle ilgili gözlemleri aldık Rıdvan. Sen onun hakkında ne düşünüyorsun? Futbolu ve kişiliği tabii...

- (Şeytan şeytan gülümseyerek yanıt veriyor bana) Onun yanı başında bu işi yapmak biraz zor olacak. Arkasından konuşsam olmaz mı? Şaka bir yana size Oğuz'un en kısa ve öz tanımını şu örnekle yapayım. Ben bir yerde oturuyor olsam, bir haber gelse Oğuz kavga ediyor diye. Ve kavga ettiği kişi de benim kardeşim olsa... Bilirim ki Oğuz haklıdır... Herkesin de söylediği gibi dünya güzeli bir insan, örnek bir kişi...

- Ya futbolu?

- Bana göre tartışmasız Türkiye'nin en iyi futbolcusu. Mesela benim performansımın yükselmesinde en büyük etken Oğuz'dur.

- Nasıl bir etken bu?

- Oğuz pasör bir oyuncu. Sanki benim istediğim pasları, özel benim için hazırlayıp sunuyor gibi... Ben forvette olduğum için iyi pas gelirse iyi oynaarım. O pası da Türkiye'de atabilen en iyi oyuncu... Bencil de değildir. Kolektif futbolun en önde gelen kişilerindendir. Futbol ne emrediyorsa onu yapar...

- Biraz da özel yaşamdan ve futbolcunun başarı trendi üzerindeki etkilerinden söz edelim. Biraz önce Oğuz da değindi. Özel yaşama aşırı itina gerekiyor. Ama sen bugün bir şöhretsin, bir idolsün... Sana yönelik ilgi çok olmalı... Özel yaşamı korumak, dikkat etmek zor olmalı senin için?

- Tabii, haklısınız... Ben bunu İstanbul'a ilk geldiğimde hissettim. İstanbul bana çok büyük, çok yalnız geldei... Hatta yapamayacağım deyip geri bile döndüm. Çünkü sizin bu söylediğiniz şeylere şartlanarak gelmiştim. Sonra geri döndüm. Ve sanırım bu hissi aştım.

- Nasıl başardın?

- İstanbul'un bazı taraflarına hiç girmedim. Tabii ki insan gezmek görmek ister. Yaşamak ister ama bu isteğimi kısıtladım ve yendim. Ama hiç mi gitmedim. Gazinoya da, gece kulübüne de. Bekarlığım da geçti burada. Ama hiçbir zaman yaşam biçimi haline getirmedim. Çünkü benim yaşam biçimim değil. Ben evimde mutluyum. En büyük zevkim evde yatmak, TV izlemek. Çocuğumla oynamak. İmrenmiyorum da... Gazeteye bakıyorum, bilmem kim, kimle beraber. Şurda, burada, doğrusu hiç imrenmiyorum...

- Hayranlarının ilgisini nasıl aşıyorsun? Bağlantı kurmaya çalışıyorlar mı seninle?

- Tabii kamplarda telefonlar geliyor... Kadınlardan, kızlardan hayranlar çıkıyor. Bu futboluna hayran olanlardan da geliyor... Fenerbahçeli Rıdvan olmanın özelliğiyle beraber olmak isteyen kadınlardan da geliyor... Ama ben bunu aştım... Dediğim gibi mutlu bir ailem var.

- Bu gerçekten senin ününde büyük başarı?

- Bence normali bu olduğu için başarı?

- Bu tür yaşayanların normal olmadığını söylüyorsun. Ama zaman zaman somut örnekler seriliyor kamuoyunun gözleri önüne. Örneğin, Tanju-Hülya ilişkisi... Bu tür serüvenler futbolcunun başarı grafiğini olumsuz etkiler görüşünde misin?

- Tanju'nun ilişkisine giremem tabii... Onların hikayesi bu...

- Ben yalnızca bir örnek olarak verdim... Başarı konusunda...

- Bence yapılan yanlış. Benim kitabımda böyle bir şey yok. Ne oluyor? Kamuoyu bunu kaldırmıyor. Bizim milletimiz, kültürümüz, ahlak bilmem neyimiz derler ya, o bunu kaldırmıyor. O zaman ne oluyor?.. Sen güzelliğini kaybediyorsun. Taraftarların hayranlığı bitiyor. O seni bir idol olarak görüyor. Sen ahlak kavramlarını hiçe sayıyorsun... Bırak kadın kız ilişkisini her şeyine en ufak ayrıntısına kadar dikkat etmelisin. Ben şimdi giyimime de aşırı dikkat gösteriyorum. Takıldığım yere bakmak zorundayım. Yani örnek insan olduğumuz için herkes: "Aaaa Rıdvan geçiyor" diyor... Ama Rıdvan pasaklı bir şekilde geçerse eleştiri alır. Dışarıda hareketlerime dikkat etmek zorundayım.

- Oğuz, sen de oldukça ünlü ve onun yanı sıra çok da yakışıklı bir futbolcusun... Mutlak kadın hayranlarından büyük ilgi görüyorsun. Ama seninle ilgili bir dedikodu yok... Nasıl aşıyorsun bunları?

- Ben İstanbul'a geldiğim günden bu yana aşırı dikkatli olmaya çalışıyorum. Mutlaka dediğiniz gibi arayan soranlar çok oluyor. Veya dolaylı yollara başvurarak ulaşmaya çalışanlar çok oluyor.

- Daha çok sanatçı hanımlar mı ilgileniyor futbolcularla?

- Benim için bu geçerli değil. Olmadı. Çünkü ben o ortamı hiç oluşturmadım.

- Nasıl oluşuyor o ortam?

- Ben nişanlı olarak geldim İstanbul'a...

- Evli gelenler de var...

- Haklısınız. Futbolcusunuz, bütün gözler üzerinizde. Bekar da olsanız, nişanlı da, evli de fark etmiyor. Eğer futbolcu arkadaşlarınızla yanınızda eşiniz ya da nişanlınız olmadan sanatçıların olduğu yerlerde görülürseniz, ilgi çekiyorsunuz. Bir bağ kuruluyor hemen. Ya onlar bir diyalog isteği gösteriyor ya da siz. Bu da ilişkileri doğuruyor. Ben bu tür diyaloglara izin vermedim. Bu da beni uzak tuttu. Bence en önemli olan oralarda yalnız görünmemek.

- Sizin bir de kamplarda uzun süre eşlerinizden ayrı kalışınız var. Bu kamplarda kaçamaklar yapılıyor mu Rıdvan?

- Yok öyle bir şey olmuyor... Aslında bizim antrenörlerin bir prensibi vardır. Hiçbir zaman yasak koymazlar. Dürüstlüğünüze inanırlar. Fenerbahçe kolej takımı gibi, zaten başarımız da oradan kaynaklanıyor.

- Eskiden daha mı farklıymış kamplar? Eski futbolcuların bu yola meyilli olduğu söylenir hep?

- Bilemiyoruz tabii biz de anlatılanları dinliyoruz. Biz şu kampta şuradan kaçmıştık diyorlar. Ama biz daha rastlamadık.

- Peki bu yasak gerekli mi sence? Seks gerçekten futbolcunun performansını etkiliyor mu?

- Bazen her hafta kampa gidiyoruz. Bu yasağın nedeni sadece seks değil. Yani bizi eşlerimizden, kız arkadaşlarımızdan uzaklaştırmak değil. Motivasyon, konsantrasyon. Futbolcunun altı gün süesi var. O ihtiyacını o süre karşılıyor. Pazar günkü maç için cumartesi seks yapıp yapmamak o futbolcuya bir şey kaybettirmez. Ben etkili olduğunu sanmıyorum.

MAHALLE FUTBOLU

- Oğuz, sen yanılmıyorsam, Türkiye'de top koşturan, futbolu Alman kökenli olan birkaç futbolcudan birisin. Kaç yıl top oynadın Almanya'da?

- Benim Almanya kökenli oluşum, bir Erhan gibi değil... Ben 10 yaşında gittim, 15 yaşında döndüm. Ama ben yıl lisanslı futbol oynadım. Ama bu benim en büyük avantajım oldu. Küçük yaşta başlamam futbola bakış açımı değiştirdi. Düşünerek oynamaya başladım...

- Düşünerek oynamak başarıya daha hızlı mı götürüyor?

- Hem de çok... Beyninizi ufak yaşta kullanmaya başlıyorsunuz. Bu nedenle Avrupa'da futbolcu 18 yaşına geldiğinde fizik, kondisyon, taktik her şeyiyle hazır olarak profesyonel lige giriyor. Oysa bizde durum çok farklı.

- Ne gibi?

- Biz 17-18 yaşına kadar mahalle arasında futbol oynayıp profesyonel lige giriyoruz. Mahalle futbolunu sokuyoruz lige. Onlar profesyonel lige hazır giriyorlar. Biz ise önce giriyor, sonra kendimizi düzeltmeye çalışıyoruz. 10 yaş ile 17 yaş arasındaki süreç çok önemli.

- Sen yanlış hatırlamıyorsam inşaat mühendisisin. Neden mühendislik değil de futbolu tercih ettin?

- Gençliğimde futbol oynarken yaşamımı bu yoldan kazanacağım diye bir düşünce yoktu. Severek okuyordum. Aslında hedefim doktor olmaktı. Ama giriş imtihanında ancak Sakarya Mühendisliği tutturabildim.

- Kazansaydın ve doktor olsaydın, yine futbolu tercih eder miydin?

- Tıbbı kazansaydım, futbola ayıracak zaman bulamazdım. Futbol çok sevdiğim bir meslek, ama doktorluk ağır basardı.

- Oğuz, 26 yaşındasın, daha kaç yıl futbol oynayacaksın?

- Yaş vermek istemiyorum. Ama Fenerbahçe'de başarılı olduğum yıllarda oynamak istiyorum. Başarısız olduğumu sandığım zaman bırakacağım.

KORKULU RÜYA

- Rıdvan, biraz da başka konulara değinelim. Hayat pahalılığı seni etkiliyor. Gerçi çok kazanıyorsun ama şimdi iş adamları bile dertli bu konuda?

- Türkiye'de futbolcular anormal para kazanıyor. Hele bir işçiyi düşünürsen yüreği yanıyor insanın. Bu yıl bizim aylığımız 6 milyondan aşağı düşmedi. Büyük para. O yüzden ben enflasyona rağmen biraz dağınık davrandım. Zaten elim çok açıktır. Kim para istese veriyorum. Hanım bakkal borcu diyor, ne kadar, 400 bin lira, çıkarıp veriyorum, telefondu filan bir-bir buçuk milyon, mesela en son çıkardım 450 bin lira verdim 15 bilet aldım.

- Ne bileti?

- Pazar günkü maç için... Eşimiz dostumuz bilet istiyor... Ver para diyemezsin ki... Ben diyemem... Adam zaten nasıl versin ki... 100-150 bin lira maaş alıyor. 30 bin bilet parası ağır geliyor. Şimdi bize para geliyor ya... Ben 450 bin lirayı önemsiz görüyorum. Ver ordan 15 bilet diyorum...

- Sen kaç yıl daha futbol oynayacaksın?

- Fiziki kondisyonum sekiz yıl daha diyor ama ben dört yıl sonra futbolu bırakacağım...


- (Rıdvan yanımızdan ayrılıyor. Bir başka sözü varmış. Biz de ancak antrenman sonrası aramıza katılan gol kralı adayı Aykut'la söyleşmeye başlıyoruz.) Evet Aykut, bu hafta seni zor bir maç bekliyor, hem 100. gol var, hem de gol krallığı? Neler olacak sence?

- Şimdi 100. golün başka bir değeri var. Sanıldığı gibi maddi değil manevi bir değer bu. Zaten arkadaşlarla konuştuk. Ödül paylaşılacak. Ödül için 100. gol kavgası olmayacak. Onur kavgası olacak. Benim isteğim ne biliyor musunuz? İnşallah 100. gol atılır da stresten kurtuluruz. Benim gol atmam daha kolay olur. Çünkü en az iki gol atmak istiyorum.

- Sen şimdi Tanju'nun önünde misin?

- Evet... Bir golle önündeyim...

- Tanju korkulu bir rakip mi senin için?

- Tanju uzun yıllardır gol atma özelliği taşıyor. Son üç yılda gol kralı olmuş, altın ayakkabı sahibi. Son yıllarda Tanju'yu pek zorlayan futbolcu çıkmadı. Kader diyelim artık bu, bu yıl bana göründü. 27 golle öndeyim. Tek amacım var. Gol krallığını garantilemek.

- Peki ya altın ayakkabı?

- O biraz zor. Ayrıca Romenler bu işe ambargo koymuş gibi. Daha şimdiden 34 golleri var. Arkadan gelenin de 29... Altın ayakkabı çok uzak... Benim hedefim gol krallığı...

- Umarım başarırsın.

17 Eylül 2010 Cuma

1985 Tarihli Kemal Sunal Röportajı & 2. Bölüm


2. günden, yani 9 Mayıs'tan devam edeyim;

- Eskiden filmlerinizde hayli küfürlü sahneler var diye eleştiri aldınız. Şimdi bunlar yok galiba?

- O eleştiriler, bazı basın mensuplarından geldi. Bu olayı, çok abartarak, yazıp çizdiler.

- Siz aksi görüşte misiniz, küfürlü konuşmuyor muydunuz?

- Küfür ediliyordu. Dört seneden beri küfürlü, argo lafları bıraktım. Artık bir tek kelime bulamazsınız. Ama, o basın mensupları bunu yazarken sırf Kemal Sunal'ı yazıp, çizdiler. "Meyve veren ağaç taşlanır." Kemal Sunal'ın "Eşşoğlueşek" sözü, bana göre kimseye batmıyordu. Şaban bu kelimeyi çok güzel söylüyordu. Yolda kadınlar beni çeviriyordu. En başı kapalısından, en kürklüsüne kadar... "Bir kere eşşoğlueşek de, ne olur" diye... Yolda oluyor bunlar... Halka göre bu kelime küfür değildi. Birkaç filmde küfür vardı, doğru, onları kaldırdık. Onlar da niye vardı? Anadolu filmiydi. Benim Anadolu insanım da öyle konuşuyor yani... Özellikle koymadık ki onları...

- Filmlerinizi, çocuklar da seyrediyor. Onların böyle sözleri öğrenmeleri doğru mu?

- Doğru, haklısınız. Ben de hemfikirim. Ama bizim halkımız kızdığı zaman "eşşoğlueşek" der. Bu, küfür değil. Şimdi bir buçuk yaşındaki çocuk da bunu biliyor. Bu, Türk halkının kızdığı zaman kullandığı bir kelimedir. Şimdi bunları hiç kullanmıyoruz. Bizim bunlara ihtiyacımız olmadığını göstermek için kullanmıyoruz.

- Ne demek oluyor bu?

- Efendim, zannediyorlardı ki, Kemal Sunal'ın filmleri, küfürle iş yapıyor. Hiç ilgisi yok. Bunu da ispat ettik. Haa. Bunun yanı sıra neden yalnız ben yani... Hatta aşk filmlerinde ne tablolar vardı. İki sevgili oynuyor. Biri ötekine "pezevenk" diyor, öteki ona "orospu" diye cevap veriyor. Onlar ciddi olarak kullanıyor bu sözleri. Sade benim bunları kullanmamamla iş hallolmuyor. Evimde kaset seyrediyorum, hala devam ediyor küfürler... Ağzı açılmadık küfürler var. Niye yalnızca Kemal Sunal yani?

- Çocuklar sizi çok seviyor.

- 3 yaşından 103 yaşına kadar çoluk, çocuk herkes Kemal Sunal'ı seyrediyor. Sinema salonları çocuk bahçesi gibi.

- Oğlunuz Ali, sizin filmlerinizden hoşlanıyor mu?

- Hiç kaçırmaz, filmlerimin hepsini seyreder. Evde videoda değil, sinemada seyreder. Yalnız bazen sinirleniyor. Şaban lafına biraz kızıyor, neden bilmiyorum. Bir de, filmde beni başkası döverse kızıyor. "Niye sen onu dövmüyorsun?" diyor.

- Sinemaya getirdiğiniz bir değişik tavrın olduğundan söz edebilir misiniz?

- Bazı şeyleri yıktık, zamanında... Antalya Film Festivali'nde "Kapıcılar Kralı" filmiyle "en iyi erkek oyuncu" ödülünü aldım. Antalya'da ve Türk sinema tarihinde böyle bir şey yok. Komedyene değil, bu ödül hep jönlere verilmiş. İlk defa ben yıktım o sistemi. Sonra Sinema Yazarları Derneği'nin ilk ödülünü, yine aynı filmle ben aldım. Ondan sonra da başarılı filmler yapmadım değil, ama festivallere göndermedik. O nedenle başka ödül çıkartamadık.


 - Filmlerinizde, kendi yaşamınızdaki olayları da perdeye getiriyor musunuz?

- Bizim Vefa Lisesi'ndeki bazı şakalarımızı "Hababam Sınıfı" filmlerimize getirdik.

- Sayın Sunal, sinemada kendinize rakip olarak kimleri görüyorsunuz?

- Şu anda, hiç kimseyi rakip olarak görmüyorum. Girip, çıkanlar oluyor, olacaktır da... Kemal Sunal'ı yenmek için arayacaklardır. Onlar öyle düşünüp, söylüyorlar. Halbuki yanlış... 50-60 firma var, ben hepsine cevap veremiyorum. Daha beş tane gelsin, hepsini idare eder. Ben senede dört tane film çekiyorum. Özellikle birkaç senedir, tek geçerli olan da, Kemal Sunal...

- Bu başarı grafiğini daha ne kadar sürdürebileceksiniz?

- Gönlüm, çok uzun devam etmesini istiyor ama, bilmiyorum. Ben türümde bir değişiklik yapmayı düşünmüyorum. John Wayne, 70 yaşında kovboy oynuyordu. Halkı şaşırtmaya lüzum yok. Amacımız güldürmek. Halk da bunun için geliyor. Belli bir ekonomik bunalımda zaten... Kendini unutmaya geliyor. Hani bir kesim vardı, "Aman Türm filmi seyretmem" diyen... Onlara da, ben Türk filmini seyrettirdim, sevdirdim. Hala da seyrettiriyorum.

- İlyas Salman ile Şener Şen için görüşleriniz nedir?

- Hepsi benim arkadaşım. Şener Şen, iyi oyuncudur, kabiliyetlidir. İlyas Salman'ın başarısı bu kadardır. Bundan ileriye gidemez. Sert bir suratı var. Şener'le beraber oynuyorduk. Benim bir sürü filmimde oynadı. Açmazcılık yapıyordu. Yani "kavuklu-pişekar" ikilisini oluşturuyorduk. Şimdi tek başına bir deneme yapıyor. Bilemiyorum, daha onu da göreceğiz. Ama belli mesuliyetleri alıp, film yapacağına, ikinci adamı oynamaya devam etseydi bence, kendisi için daha yararlı olurdu.

- Kemal Bey, sinema, hatta tiyatroya yeni yüzler neden gelmiyor?

- Tiyatronun en son adamları ben ve yaşıtlarım. Tiyatro için, feci bir durum bu... Konservatuar senede üç-beş kişi çıkartıyor. Onlar da meydanda yok. Bunun nedeni, bana göre ekonomik. Bizim gibi helva-ekmeğe talim eden yok. Millet 20 yaşına gelince, köşeyi dönmeye bakıyor. Bir meslek seçip de, onun çilesini çekeyim, ustası olayım diyen yok. Bu yerlere gelebilmek için, sıkıntıları çekmek gerek. Sanat dallarında sürünme süresi daha uzun olduğu için kimse gelmiyor. Sinemanın durumu da feci. Yapımcı ne yapsın, bir film 30 milyona çıkıyor. Parayı bankaya koysa, daha fazla faiz alır. Kalan insanlar, senelerdir bu işi yapan, sanatçı yanları olan kişiler. Videoculuk bir yandan vuruyor. Bir tek benim filmlerim iş yapıyor.

- Sizin bir ünlü yanınız da cimriliğiniz... Sizi hemen herkes, belki Türkiye'nin en cimri kişisi olarak tanımlar... Bunun aslını bir de sizden öğrenelim.

- Doğru değil, Yener Bey. Bizim insanlarımız da dedikoduya bayılıyor. Benim sokağa atacak param yok ki, dağıtayım. Yerine göre para harcamasını severim.

- O yerler nereleri acaba?

- Mesela, her akşam üzeri iki duble viski içerim. Arkadaşlarım varsa onlara da ısmarlarım. Sokaktan geçen herkesi toplayıp, para dağıtamam ki... Cimriliğin ölçüsü nedir, bilmiyorum ki?

- Şu anda Türk sinemasının en çok kazanan kişisi de sizsiniz.

- Öyle diyorlar... Ama değilim herhalde... Türk sinemasında senelerdir oturanlar var. Di mi?

- Geleceğinizi güvence altına aldınız mı?

- Onu almaya çalışıyorum işte. Ben bittiğim zaman, şimdi cimri diyenler, cimri olmasam benim yanımda mı olacaklar? Ne yapacaklar benim için? Hiçbir şey... Bir sürü sanatçıyı görüyoruz. Bittikleri zaman, en yakın dostları bile yanında yok... Onlar da zamanında onlara harcamış. Elinde yok, avucunda yok, dımdızlak kalıyor ortada...

- Kemal Sunal nelerden sıkılır acaba?

- Çok kalabalık yerden sıkılırım. Fazla araba kullanmaktan sıkılırım. Uzun yol olabilir ama, şehir içinde çılgına dönüyorum. Beklemekten sıkılırım.

- Ya keyiflendiren olaylar?

- Filmimin iş yapması... Oğlum Ali'nin derslerinde başarılı olması. Pekiyi, yahut teşekkür alması... Arkadaşlarımla, bir yerlerde içki içmek.

- Yemek yapmasını bilir misiniz?

- Hayır, asla... Ne anlarım, ne girerim. Her yemeği yerim. Sofradan hiç eksik etmediğim şeyler su ve karabiberdir. Tuzla aram iyi değildir, hiç sevmem.

- Müzikle aranız nasıl?

- Efendim, Halk Müziği'ni çok severim. Türk Müziği'ni de, iyi okuyan olursa dinliyorum. Sevdiğim türkücüler İbrahim Tatlıses, Belkıs Akkale, İzzet Altınmeşe... İyi ses bunlar.

- Türk Müziği'nde?

- Zeki Müren, Gönül Akkor...

- Sizde hatırası olan bir şarkı var mı?

- Kaç senesiydi bilmiyorum, "Elbet Bir Gün Buluşacağız" vardı... Bizim hanımla aramızdaydı...

- Eşinizden önce hiç kimseye aşık olmadınız mı?

- Yok, ben pek öyle aşık filan olmadım. Aşık oldum, yerlere yapıştım gibi olaylarımı hatırlamıyorum.

- O halde gelelim evlilik konusuna. Eşinizle nasıl tanışıp, evlendiniz?

- Ankara'da tanıştık. 1972 veya 73 olabilir... Devekuşu'yla Ankara turnesindeydik. Oyunu seyretmeye gelmiş. Beni beğenmiş. Kaldığımız otelden beni aradı, konuştuk. Sonra ben onu arayıp, randevu verdim. Sonra vazgeçtim, gitmiyordum. Münir Özkul abi, zorla gönderdi, "Hadi git ulan" dedi. Gittim... İşte gidiş, o gidiş...

- Ne zaman evlendiniz?

- Bir dakka... Siz de ahret sualleri soruyorsunuz yani... 1975 Nisan... Kaçını, maçını sormayın Allahaşkına... 30 Nisan galiba... Beyoğlu Evlendirme Dairesi'nde evlendik. Saat 13.30'da... Saatini biliyorum da, gününü bilmiyorum di mi? Nikah memuru çok güldü. Adamcağız hemen toparladı işi, nikah cüzdanını verdi, gitti... Gülmekten nikahı kıyamıyordu...

- Kaç çocuğunuz var?

- 1977'de Ali dünyaya geldi. Ezo adlı kızım da, şimdi 1.5 yaşında. Ezo adı, ünlü "Ezogelin" öyküsünden alınma. Ali ile Ezo, bir aşk öyküsünün kahramanlarıdır.

- Eşiniz, Şaban'ın filmlerini izler, eleştiri yapar mı? 

- İyi seyreder. Birtakım eleştiriler getirir. Tümüyle beğenip, beğenmediğini de söyler.

- O da Şaban'a gülüyor mu?

- Güler... Bazen çok güler...

- Giyime, kuşama merakınıza gelelim. Modayı izler misiniz?

- Hayır, böyle bir merakım yok... Spor giyinmekten hoşlanıyorum. Kravatı bütün hayatım boyunca birkaç kez taktım, nefret ederim. Ceket pek nadir giyerim. Kışın gömleğin üzerine kazak giyerim, üstüne de palto. Ceket giymem.

- Herhangi bir koleksiyon merakınız yok mu?

- Hiçbir koleksiyonum yok. Böyle bir merakım da yok.

- Sinemada en yüksek ücreti siz alıyorsunuz. Bunun ne kadar olduğunu sizin ağzınızdan öğrensek?

- Bunu müsaade ederseniz söylemeyeyim. Değişik paralar alıyoruz.

- Vergiden korktuğunuz için mi gizliyorsunuz?

- Yoo, hayır... Bu sene, sadece sinema yapıp, en yüksek vergiyi ödeyen adam benim. 13 küsür milyon verdim... Geçen sene de 9 küsür vermiştim. Sinema sanatçıları içinde benden fazla veren yok.

- Söz sinemadan açılmışken, beğendiğiniz sanatçıların adlarını soralım.

- Kadın olarak Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik... Bakınız hala bunlara yetişecek bir kadın oyuncu gelmemiştir. Bana göre üçü de aynı değerde... Erkeklerde Tarık Akan ve Kadir İnanır...

- Kemal Bey, siz yıllardır milyonları güldürüyorsunuz. Siz nelere gülersiniz?

- Aslında çok az gülen insanım. Vallahi çok zor bir soru daha sordunuz. Birdenbire insanın aklına gelmiyor ki... Düşen birine herkes güler, ben de gülerim. Başka öyle somut bir örnek yok.

- Afişlerde adınızın yazılmasıyla ilgili sorunlar olmuyor mu? 

- İsterlerse benim adımı hiç yazmasınlar. İnsanlar, benim adımı en başa yazmışlardır. Küçük oynadığımız zaman da, adımı yazıyorlardı bir yerlere. Ben o zaman, o kişilerden daha fazla güldürüyordum, daha fazla reaksiyon alıyordum. Toplu oynadığımız zamandan söz ediyorum. Şimdi bu yere geldik, başa yazmaya mecburlar, yazıyorlar. Bu, benim problemim değil ki... Türkan Şoray'la oynasam, benim adımı hiç yazmasa, yapımcıya açıp sormam bile...

- Televizyon seyrediyor musunuz, neleri beğeniyorsunuz?

- Eh, ediyoruz... Televizyonda çok enteresan olaylar olmuyor. TRT'nin yapımlarına bakayım diyorum, genelde hepsi çok kötü... Türk sinemasından film alıyor, benim filmim de olsa, gidiyor nerede en kötüsü var, onu seçiyor... Herhalde bu, kendi kötü yapımlarının kamufle etmek için... Yani "Sinema da böyle, biz de böyleyiz" gibilerinden... Halbuki, sinema çok ileride. Bir de müzik, eğlence programları yapıyorlar. Ben gülmüyorum. Şarkıcısından, sunucusuna kadar hep aynı kişiler... Güldürü unsuru çok az.

- Sizce nasıl olmalı?

- Bir kere, sağlam bir tekst isteyen iş. Zannediyorum, bunlar herhangi bir metin olmadan onu, bunu çağırıp çekiyorlar, araya iki de komiklik atarız diyorlar. Böyle olsa bile, bir dramatik yapı yakalamaları lazım.

- Videoda seyrettikleriniz?

- Artık Ali'den ne fırsat bulursak, onunla birlikte seyrediyoruz... Seyretmediğimiz Türk filmi kalmadı. Evde çocuk oldu mu, ona uyacaksın. Yoksa her odaya bir video lazım. Stüdyo gibi...

- Nelerden korkarsınız Sayın Sunal?

- Uçağa binmekten ve deniz yolculuğundan korkarım. Köprü benim için çok iyi oldu. Eskiden tiyatrodan çıktıktan sonra, birkaç kadeh içip, Kabataş'tan araba vapuruna binerek eve giderdim. O zamanlar Metin Akpınar'la beraber çok içiyorduk. Geceyarısı giderdim Kabataş'a... Bir arabalı vapuru uğurlardım Üsküdar'a... Nasıl gidiyor diye bakardım... Gider Üsküdar'a, yenisi Kabataş'a yanaşır... Arabalar biner, ben de binerken bir dolmuşçu, "Taksim, Taksim" diye bağırır. Ben de atlar, Taksim'e dönerdim, korkudan binemezdim. Tam sabah güneş çıkarken, sabahın 5'inde, bakarım deniz sütliman, o zaman Üsküdar'a geçerdim.

- Yüzme biliyor musunuz?

- Hayır, bilmem... Denize girmesini de sevmem. Bacaklarımı, arada bir vücudumu sokarım.

- Söyleşilerimizde, bir gelenek haline getirdik. Siz de, bir mal beyanı yapar mısınız?

- Servet beyanı kalktı Yener Bey. Neyse, anlatayım, Göztepe'de halen oturduğum bir evim var. Plajyolu'nda eskiden oturduğum bir dairem var. Şimdi kirada... Bir de Bakırköy'de 5 tane odası olan bir kat var.. Bir BMW, bir de son Almanya turnesinde aldığım 1984 Mercedes 200 Dizel arabam var.

- Hangi spor kulübü taraftarısınız, bu da pek bilinmeyen bir yanınız?

- Fenerbahçeliyim. Eskiden çok maça giderdim. Dolmabahçe'deki her maça giderdim. Hastaydık.

- Son filminiz "Katmadeğer Şaban"da punk'çı oldunuz. Bu akımın örnekleriyle son Avrupa turnenizde karşılaştınız mı?

- Çok gördüm. Punk'çılık herhalde, komplekslerden kaynaklanıyor. Kendini ispat etmek, dikkat çekmek gibi. Diken gibi saçlar, giyimler dökülüyor. Bizde olmaz bu iş. Bizde tutmaz. Olursa da, birkaç kişi belli bir çevrede kalıp, hemen yok olur gider... Avrupa'da bayağı var...


- Eskiden çok içki içtiğinizi söylediniz, ne kadardı ölçüsü?

- Sabaha kadar içerdik. Bir şişe viski, bir büyük rakı...

- O zaman sarhoşluğunuz da ağırdı, herhalde?

- Hayır, sarhoşluğa inanmam. Sevmem de... Bundan daha fazla içtiğim zamanlar da oldu, ama sarhoş olmadım. Öyle film koptu film derler, yalan. Alkolün arkasına sığınıyorlar.

- Rakı içerken, mezeniz nedir?

- Su veya ayva... Ayva, rakı ve viskiyle şahane gider. Bunu ben çıkardım. Bıçakla kesersen suyu çıkar. Yıkayacaksın güzelce ayvayı, kaşıkla parçalara ayıracaksın. Çok iyi olur. Ayva mevsimi gelsin, bir deneyin. Ama sulu, ekmek ayvası olacak. Boğazında kalmayacak, lokum gibi gidecek.

- Gördüğüm kadarıyla sigara içmiyorsunuz?

- Epeyce içtim ama 2.5 sene önce bıraktım. Günde bir paket içiyordum. İradem çok kuvvetlidir.

- Sinemaya geçmek isteyenler size de başvuruyor mu?

- Herkes şöhret olmak istiyor, herkes isim olmak istiyor. Star olmak arzusu fazla. En zengin işadamları bile bir bakın neler yapıyorlar. Halbuki kenarda dursa, gazetede her gün çıkmasa tanınmaz. Ama Sakıp Sabancı'ya bakın, şöhret olmak için neler yapıyor? Zenginliği tatmin etmiyor onu. Gözükecek, halk tanıyacak. Onun yaptığı şeyleri ben yapmadım hayatımda, komedyen olarak. Beni hiç kimse, kovboy kıyafetiyle uçaktan inerken görmedi. Sakıp Bey, her denileni yapıyor.

- Politikaya atılmayı düşünür müsünüz?

- Hayır, düşünmüyorum, ama iyi tiyatro oyuncusunun çok iyi politikacı olacağına inanıyorum. Çünkü, oyuncuların en başarılı olacağı dal, politikacılıktır.

- Teşekkür ederim.

1985 Tarihli Kemal Sunal Röportajı & 1. Bölüm


Hayatımda ilk defa bu kadar kapsamlı bir Kemal Sunal röportajına rastladım. E bilen bilir, Kemal Sunal benim için tektir. Sadece benim için mi, hayır tabii ki, milyonlarca insan için belki de... Hiç bilmediğim yönlerini okudum Kemal Sunal'ın ve biraz -aslında fazlasıyla ama çaktırmıyorum- hayal kırıklığına uğradım. Neyse, fazla yorum yapmadan 8-9 Mayıs 1985 tarihli yazı dizisini aktarayım... Bu arada söyleşiyi Yener Süsoy'un gerçekleştirdiğini de yazmazsam olmaz. Fazlasıyla uzun olduğu için direkt diyaloglara geçiyorum.

- Sayın Sunal, söyleşimize, nerede doğdunuz, nerede büyüdünüz gibi bir klasik soru ile başlayalım.

- Evet... 1944 yılında İstanbul'da doğdum. İstanbul'un kenar semtlerinden biri olan Küçükpazar'da... Küçükpazar, Vefa'nın altındadır. İlkokulu aynı yerde, Mimar Sinan İlkokulu'nda okudum. Orta ve lise öğrenimimi Vefa Lisesi'nde tamamladım. Vefalıyım yani...

- Kaç yıllarında bitirdiniz?

- 1966 mı, 67 mi, tam şimdi kesin bilemiyorum. Bir ara, Vefa Lisesi'nin en eski adamıydım. Çünkü her sınıfı iki senede geçtim. Bir tek yıl, kalmadan geçebildim. Ama bu, benim tembelliğimden, salaklığımdan ileri gelen bir şey değildi. 15-20 kişilik bir grubumuz vardı. Beraber geçiyorduk, beraber kalıyorduk. Anlaşmış bir gruptu. Bir nevi haylazlıktı tabi... Vefa'yı işte, böyle zar zor şartlar altında bitirebildim. Liseyi bitirirken, amatör tiyatro çalışmaları başlamıştı. Lisenin temsillerinde oynuyordum, sahneye koyuyordum. O sıralarda Akşam Gazetesi, liselerarası bir yarışma açmıştı. Orada, "Harput'ta Bir Amerikalı"yı oynadık. Lisem ve ben, çok ilgi çekmiştik. Ama o sıralarda, Kenterler'de profesyonel tiyatrocuydum. Ödül bize verilecekti ama, benim profesyonel olmam dolayısıyla vermediler. Benim yüzümden lisem kaybetti. Bunu hiç unutamam.

- Yüksek öğrenim yaptınız mı?

- Liseyi bitirdikten sonra, Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu'na kaydoldum. İki sene okudum. Askerken, "Gelin ilk kaydınızı yenileyin, affa uğradınız" diye bir yazı geldi. Gidemedim, ondan sonra kaydım silindi. Tiyatro yüzünden imtihanlara giremedim, gidemedim ve bu tahsili yarım bırakmış oldum.

- Vefa Lisesi'ndeki öğretmenlerinizle hala görüşüyor musunuz?

- Her sene bizim "Boza Günü"müz yapılır. Ona hep giderim. Hayatta olan hocalarımız da gelir. Görüşüyoruz, ellerinden öpüyoruz. İnsan çok heyecanlanıyor, çok duygusal bir gün...

- Vefa Lisesi'nde bunca haylazlık dolu günlerden unutamadığınız bir anınızı anlatsanız...

- Yener Bey, bizim sınıfımız enteresandı. "Edebiyat-A" dedin mi, dur. Her ders sonunda, teneffüs zili çaldığında tuvalete gidip sigara içerdik. Öteki ufak sınıflarda okuyanlar, tuvalette etrafımızı çevrelerdi. Bir hadise oldu mu, bir şey yaptık mı, bir komik durum var mı, diye beklerlerdi. En çok da bunu, benden beklerlerdi. Bir olay soruyorsunuz. Her ders bir olay vardı.

- En samimi arkadaşlarınız kimlerdi?

- Lisenin boza günü buluşuruz. Mesela Korsan Cevat. İsme bak... Kavanoz Erdal, Adnan, Taner, Gogo Cavit... Onların da hepsi, şimdi iş güç sahibi.


 - Okuldan kaçtığınız zamanlar, neler yapıyordunuz?

- Sinemaya gidiyorduk... Şehzadebaşı o zamanlar çok renkliydi. Kulüp sineması vardı. Ferah, Turan sinemaları vardı. Yeni Sinema en lüks haliyle vardı. Kulüp Sineması'nda, topluca kaçtığımız için yoklama yapardık. 11 matinesinde show da vardı. Sonra film oynardı. Tam ekip, yerimizi alırdık.

- Sınavlarda kopya çeker miydiniz?

- Çekerdim, ara sıra... Bazen kitabı olduğu gibi sıranın üstüne koyup, çekerdim. Çok komik... Bir keresinde, kitabı resmen sıranın üstüne çıkardım. Hoca bağırdı, "Kaldır oğlum, ne yapıyorsun?" Ben de , aleni çekiyordum demek ki...

- Aile içi ilişkiler nasıldı, Kemal Bey?

- Efendim, biz üç kardeşiz. En büyükleri benim. Üçümüz de erkeğiz. Cemil ve en küçüğümüz Cengiz. Cengiz'le 13 yaş aramız var. Biri mali müşavir, öteki mühendis.

- Dayak yer miydiniz?

- Babamdan iyi dayak yerdim. Bakın bir şey söyleyeceğim; bizim haylazlığımızın dışında sağlam yapımız vardı. Hocalarımız, hala bizi özlediklerini söylerler. Bizden sonra gelen nesli, bizi okutan hocalar beğenmiyorlardı. "Kulağını çekiyorum, ağlıyor" diyorlardı. Biz maşallah, iri kıyım adamlardık... "Baba" dediğimiz talebeler vardı. Şimdikiler minnacık... Biz iyi yetiştik. Belli saatten sonra sokakta kalamazdık, oynayamazdık. Babamızı gördüğüz zaman eve kaçardık. Top oynadığım zaman dayak yerdim babamdan... Adamcağız, yeni ayakkabı almış, gidip top oynuyorum. Ayakkabıyı parçalıyorum tabii... O da beni parçalıyordu.

- Ekonomik durumunuz nasıldı, para sıkıntısı çektiniz mi?

- İyi değildi. Babam Migros'tan emeklidir. Yaz tatillerinde ayakkabı, kitap parasına yardımcı olmak için çalışırdım. Mesela elektrikçi yanında çıraklık yaptım. Emayetaş Fabrikası'nda çalıştım.

- Oralarda da haylazlıklar devam etti mi, böyle ilginç bir anı rica etsek.

- Elektrikçi çıraklığım enteresandı. Belli bir süre sonra, 110 volt elektriği ellerimle rahatça tutabiliyordum. Yanıma o sırada bizim arkadaşlardan biri geliyordu. Öğrendik ya, elektrikçi olduk ya... Arkadaşımı elektrik yüklü olarak tutardım. Havaya fırlardı. 100 bir şey yapmaz. Öldürmez yani, 220 öldürür. Şimdi tut deseniz tutamam. Sakın öyle bir şey yaptırmayın bana. Yener Bey, deminki sözlerime şöyle devam etmek istiyorum; ailemiz bütün cahilliklerine rağmen bizi çok iyi yetiştirdiler. Şimdiki çocuklar tabii harika... Evde televizyon var, video var, her şey var. Biz hiçbir şey bilmiyorduk, etmiyorduk. Sokakta bilye oynamak, top oynamak, hepsi bu... Belli bir yaşa kadar, itfaiyeden bile korktuk. "Çan çan" geçiyor, nedir bu diye insan korkuyor... Her zaman görmüyorduk ki... Şimdi benim çocuklarım da, öteki çocuklar da her şeyi tanıyorlar...


- Çocukluğunuzda yokluğunu en çok çektiğiniz şeyler nelerdi?

- Her şeyin yokluğunu çekiyorduk. Ama işte o yokluklar, Kemal Sunal'ı yarattı. Daha nice Kemal Sunal'lar yaratmıştır. Sadece sanatta değil, ekonomide, iş sahasında nicelerini... Ben tek değildim, o devrin insanları hep böyle yetişti. Benim çocuğum, ileride beni beğenmeyecek. Gittikçe kültür seviyesi yükselecek, bunu kimse durduramaz. Bir de, galiba belli bir sıkıntıdan gelinince bir yere ulaşılıyor. Bize bayramdan bayrama elbise alınırdı. Biz o bayram sabahını, bitmeyen gecelerle çekerdik. Sabahın köründe, sırf onları giymek için kalkardık. Başucumuzda dururdu zaten... Çok güzel şeylerdi bunlar... Şimdi tatminsiz çocuklar var. Çünkü her şeyi bayramdan önce elde ediyorlar. Yeni bir şeyi başının ucunda tutan var mı? Galiba onlar meselelerini halletmişler.

- Kemal Bey, şimdi de, tiyatroya girişinizden söz edelim. Özellikle yeni kuşak, sizin eski bir tiyatrocu olduğunuzu bilmez. İlk elinizden tutan kim oldu?

- Lisede okurken, amatör çalışmalarda bulundum. Çok süründüm. Ailem bana asla karşı çıkmadı. Ben herkes gibi, bu işe 6 yaşında filan başlamadım. Bende bir yetenek görülüp keşfedilmedim. Ben biraz geç başladım. Değişik amatör topluluklarda çalıştım. Profesyonel olduktan sonra da cebimizden 25 kuruş düşse, eve gidemiyorduk. Çeyrek ekmeğin arasına peynir yahut helva koyup yiyorduk. 1966 yılında profesyonel oldum. Vefa Lisesi'ndeki öğretmenim sayesinde. Benim oyunculuğuma ve çabalarıma güvenen, Belkıs Balkır adlı felsefe hocam vardı. Müşfik Bey'i tanıyormuş. Elimden tuttu, beni götürdü. O gün işe başladım, profesyonel oldum.

- İlk rolünüz neydi?

- Fadik Kız piyesiydi. İki-üç tane değişik tip oynuyordum. Bir tanesinde sahnenin bir başından girip, öteki başından çıkıyordum ve alkış alıyordum.

- Kenterler'de ne kadar maaş aldınız?

- 150 lira maaş verdiler. Kenterler'de daha sonra "Deli İbrahim"de oynadım. O zaman maaşım 300 lira olmuştu. Sonra ayrılıp Ulvi Uraz Tiyatrosu'na geçtim. 4 sene orada sahneye çıktım. Aksaray Küçük Opera'da, Arena'da bir sürü rolde oynadım. Orhan Kemal'in "İspinozlar"ında Taşkasaplı tipini oynuyordum. "Bekçi Murtaza"da ilk perdede, Murtaza'nın karşısında bir bekçiyi, ikinci perdede de bir kahveciyi oynuyordum. Ulvi Uraz'dan sonra bir senelik Ayfer Feray Tiyatrosu var. Sonra Devekuşu'na katıldım. Filmciliğe başlayıncaya kadar orada kaldım. Film, tiyatro provalarına engel oluyordu. Aksatmaya başlayınca, bırakmamın daha iyi olacağını düşündüm. Devekuşu'ndan ayrıldığım zaman 1500 lira maaşım vardı.

- Kemal Bey, tiyatrodan sinemaya sıçramanız nasıl oldu, sizi kim keşfetti beyazperde için?

- Zeki Alasya benden bir önce "Sev Kardeşim"le sinemaya geçmişti. Ertem Eğilmez'i tiyatroya davet etmiş. Galiba, "Dün-Bugün"ü oynuyorduk. Ertem Bey geldi, piyesi seyretti. O arada filme başlayacaklar. Zeki ile Metin'in rolü tamam. Benim filmde bir işim yok. Tarık Akan o filmde basketbolcuyu oynuyordu, yanına uzun boylu adamlar lazımmış. Bu uzun adamların tiyatrocu olmalarının, daha iyi olacağı düşünülmüş. Şehir Tiyatrosu'ndan da birçok kişi çağrılmış. Ben de uzun boyluyum diye, Ertem Bey beni de çağırdı. "Tatlı Dillim" filminde, Tarık'ın yanında basketçi gençlerden birini oynuyordum. Sonra Ankara'da turnedeydik. Film, geç kaldığı için İstanbul'a giremedi, ertesi sezona bırakıldı. Yıl 1972... O sırada, Balıkesir'den bir grup arkadaşım Ankara'ya geldi. Oyunu seyrettikten sonra, "Senin film oynuyor, çok gülüyorlar sana" dediler. "Hangi film?" deyince "Tatlı Dillim"i söylediler. Balıkesir ve civarında oynuyormuş. Film işletmeye verilir, işletmeci isterse kış sezonunu beklemeden oynatabilir. Ben arkadaşlarıma inanmadım. Ama bir taraftan da, güzel bir heyecan duydum. Karışık bir duygular.


- Bu filmi İstanbul'da mı seyredebildiniz?

- Sene oldu tabii, sezon açıldı, Saray Sineması'na geldi. İlk gün en arkaya gittim, oturdum. Perdede 8 kere ancak gözüküyorum. Her görünüşümde salonda kıyamet koptu. Suratımı görür görmez büyük alkış ve gülmeler... Lafları duymuyorlardı... Suratım, enteresan geldi seyirciye... Sıcak ve kendinden biri buldu sanıyorum. O zaman şöyle arkama yaslanıp, "Bu iş tamamdır" dedim.

- Bundan sonra şöhret yoluna tırmanışlar nasıl gerçekleşti?

- Zeki, Metin ve ben birlikte oynadık. İki film sonra, "Salak Milyoner", "Köyden İndim Şehire"ler yapıldı. Rollerim hemen büyüdü.

- Sizin "salak" tipi nasıl ortaya çıktı?

- İlk filmdeki basketçi, salak bir tipti zaten... Duruşuyla, konuşmasıyla, mimikleriyle... Salaklık oradan başladı, gidiyor...

- Sayın Sunal, sinemadaki başarınızın sırrı nedir? Tiyatro ile sinema arasındaki köprüyü nasıl kurdunuz?

- Genelde baktığımız zaman, tiyatrocuların çoğu sinemada başarılı olamamıştır. Bir Kemal Sunal hiç olamamıştır da, daha altta bir yer de kendine bulamamıştır. Tiyatro oyunculuğu ile sinema oyunculuğu bambaşka şeyler. Ben bunu ilk baştan keşfeden oyuncuyum. Keşfettiğim için yürüdü gitti... Dünya sinemasında da, bizde aynı olan şöyle bir durum var. Özel hayatında yahut tiyatroda çok komik olan tipler, sinemada başarılı olamamışlar. Kamera başka türlü bir şey... Ben özel hayatımda soğuk bir adamımdır. Ama filmlerimde, perdeye müthiş bir sıcaklık geçiyor. O sıcaklık halkla bütünleşiyor. Bazı tiplere bakıyorum, hem tiyatro oyunculuğunu atamıyor, hem de o sempatikliği perdeye geçmiyor.

- Sizdeki sihir ne?

- Bende sihir falan yok. Özel bir şey yapmıyorum. Bir kere, Allah vergisi, çok güzel bir suratım var. İkincisi de, yetenekli oluşum galiba!

- Kendinizi komik buluyor musunuz?

- Kendime çok nadir gülerim. Güzel bir şey yakalamışsam gülerim. Bazen komik buluyorum kendimi... Yener Bey, ben özel hayatımda çok az konuşan, çok soğuk bir adamım.

- Film çevirmeden önce, kendinizi hazırlıyor musunuz, konsantre olmak gibi alışkanlıklarınız yok mu?

- Hayır, hayır. Öyle şeylere inanmıyorum ben...

- Kaprisleriniz?

- Zannetmiyorum kaprisli olduğumu. Yalnız çok titizimdir. İşimi çok severim. Çok tertipli adamımdır. Bu tertibim bozulduğu zaman sinirli olurum. Hiçbir zaman sete giderken bir kostümümü, aksesuarımı unutmuş değilim. Makyaj malzemem de dahil, hepsini yanıma alırım. Sete hiçbir şeyi teslim etmem. Kimseye güvenmem. Hatayı ben yaparsam, kendime de sinirleniyorum. Evde de öyledir... Çalışma odamda, hangi gözde ne var, ne yok, iğneden ipliğe hepsini bilirim. El değdiği zaman hemen farkına varırım. Kıyamet kopar, çok sinirlenirim. Bunlar herhalde kapris değil... Konsantre oyunculuğa inanmam dedim. Çünkü onlar, devamlı yanlış yapan oyunculardır. Tiyatroda da böyledir, sinemada da... Tiyatroda oynar, seyirciyle kendi arasında buzdan bir perde vardır. Ne seyirciye kendi sıcaklığı geçer, ne kendisine seyircinin sıcaklığı... Oyunu oynar, bitirir gider...

- Şaban sizin adınızın önünde gidiyor. Bu Şaban nereden çıktı?

- Hababam Sınıfı'nda "İnek Şaban" rolünü oynuyordum. Üç tane filmde oynadım. Şaban adı oradan kaldı, hala da devam ediyor.

- Yolda sizi gören hayranlarınızın size Şaban diye seslenmelerine kızmıyor musunuz?

- Şaban diyorlar, İnek Şaban diyorlar... Eskileri hatırlayanlar Salako diyor... Kesinlikle kızmıyorum. Hatta hoşuma gidiyor.

- Şaban daha ne kadar gidecek, kendinizde bir yenilik yapmayı düşünmüyor musunuz?

- Yener Bey, bundan sonra filmlerde "Şaban" adını koymasak bile, değişen bir şey olacağını zannetmiyorum. Millet 'Şaban' olarak biliyor. Bu yıl, firma yanlışlık yaptı. Film adım Niyazi... Adının "Atla Gel Niyazi" olması lazım. Afişler, lobiler hepsinde "Atla Gel Şaban" oldu. Seyircilerden bir kişi çıkıp da, filmdeki adın Niyazi, afişte Şaban, demedi. Farkına bile varmadı... Kemal Sunal'ın adı, Niyazi olsa ne olur, Şaban olsa ne olur?

14 Eylül 2010 Salı

Key Largo


Ülkemizde pek bilinmeyen fakat bayağı sevdiğim filmleri tanıtmaya devam edeyim, şimdiki talihli filmimiz Key Largo. 1948 yapımı ve yönetmeni John Huston olan film, Film-Noir'in en güzel örneklerinden biri. Başrollerde büyük insan Humphrey Bogart, Edward G. Robinson ve Lauren Bacall var. Ayrıntıya girmeyeyim ama kesinlikle izlemelisiniz. Zaten Ekşi Sözlük'te detaylarını yazmıştım, isteyenler okuyabilir, şimdi burada spoiler falan verip küfür yemeye gerek yok. :) Herkese keyifli izlemeler...

2 Eylül 2010 Perşembe

Hatırlayan?


Evet, sağdaki abiyi hatırlayanlar parmak kaldırsın. İlk hatırlayana ben de dvd, kitap vs. hediye etmek isterdim ama şimdilik kutu kola ile idare ediyoruz, inşallah ileride. :) Bilen olmazsa, ilerleyen saatlerde ipucu da veririm tabii ki ama ben bilen olacağını düşünüyorum kısa sürede..

Edit: Winston Smith nickli arkadaşın da yazdığı gibi futbolcumuzun ismi Van Eck... Feldkamp döneminde Beşiktaş'a transfer olan yabancılardan biriydi, fakat daha sonra sakat olduğu için transfer yatmıştı. Hengen, Schaefer gibi futbolcular da aynı dönem Beşiktaş'ın kadrosuna katılmıştı. 

Geçmiş Zaman Olur Ki: Yobo&Nobre


1 Eylül 2010 Çarşamba

Bilicasız Fenerbahçe İçin: Yobo, Yobo, Yobo


Öncelikle Aykut Hoca'ya ve Fenerbahçe Yönetimi'ne teşekkür ediyorum Yobo'yu aldıkları için. Yobo doğru isim mi, başkası alınmalı mıydı yazacağım zaten ama daha önce defalarca izlediğim bir futbolcunun gelmesi en azından benim için çok iyi oldu. Dia'nın adını bile duymamıştım, Stoch'u bizim Twente maçları öncesi tanımıyordum, Niang bu iki isme oranla daha ünlü bir isim olmasına rağmen onu da Fransa Ligi'ni sevmememden dolayı pek takip edememiştim.

Niang'ı falan bırakıp Yobo'ya gelirsem.. Az önce Fenerbahçeli arkadaşım Semih'le konuştum, "Yıllardır Yobo, Yobo diye başımızın etini yedin, kötü çıkarsın yandın!" dedi bana. Özellikle bundan 3-4 yıl önce sıkı takibimde olan bir futbolcuydu Yobo. Zaten Nijeryalı futbolculara ve Nijerya Milli Takımı'na özel ilgim vardır, Dünya Kupası zamanı beni Twitter'dan ve blog'dan takip edenler bilir, Yobo'nun kaptanlığındaki takımı destekledim ama gruptan çıkamadık.

2002'de Everton'ın başına geçen ve hala takımın menajeri olan büyük hoca David Moyes'un ilk transferlerinden biri Joseph Yobo'ydu. 2006/07'de ligdeki 38 maçta da forma giydi ki, toplamda 250'nin üzerinde Everton formasını terletmişliği var. Bize karşı ise Temmuz 2005'te oynanan ve kötü bir olayla hatırlanan, Everton'ı tam 5-0 yendiğimiz hazırlık maçında oynamıştı (ilk 45 dakikada).

Önceleri sağ bekte ve zaman zaman ön liberoda oynasa da bizdeki alternatifler düşünüldüğünde %90 sadece stoperde oynayacaktır. Peki artıları eksileri nelerdir özellikle Bilica'ya göre? Bilica-Lugano ikilisindeki benim için en büyük sıkıntı ağır kalmalarıydı. Yobo eğer son 1 yılda -fazla izlemedim bu sürede- Güizavari bir değişim geçirmediyse, bu soruna büyük ölçüde çare olacaktır. Bilica'nın hamle yapamamasından ve ağır oluşundan kaynaklanan pozisyonları düşünün, "tanıdığım" Yobo'nun bu pozisyonları çok daha az vereceğini söyleyebilirim. Lugano kadar golcü bir futbolcu değil (Lugano'dan daha teknik olduğunu da araya sıkıştırayım), sık sık gol atması beklenmemeli lakin ben yine de Everton'da olduğundan daha çok gol atacağını düşünüyorum bizde.


Ayrıca defansı toparlayıcı, lider bir defans oyuncusu, tandemimizi Nijerya kaptanı ve Uruguay kaptanı oluşturacak. Opsiyonlu kiralanmış, henüz 30 yaşında, eğer istenen performansı gösterirse ve bonservisi alınırsa, "Lugano gidiyormuş, eyvah ne yapacağız?" korkusuyla yaşamayız. Örneğin, Galatasaraylı Neill da lider ruhlu, arkadaşlarına "haklı olarak" bağırıp çağıran bir futbolcu, ama da o Lugano gibi biraz ağır. Hatta ondan da ağır. Ama Yobo ikisinden de daha atlet. Tandemi iki liderden oluşturmaktansa, bir lider-bir "yancı"dan oluşturmak daha iyi ve bu açıdan Lugano'nun yanına daha farklı bir oyuncu alınabilirdi. 23-24 yaş altı, çok hızlı ve çabuk, adam kaçırmayan, takımda çok fazla ön plana çıkmayan vs... Ama tabii ki Bilica aklıma geldikçe Yobo gözüme iyi bir Thuram gibi gözüküyor. Tarih 1 Eylül değil de 1 Ağustos olsaydı "neden Yobo?" diye sorabilirdim ama son günde/günlerde belki de Yobo'dan daha iyisi alınamazdı.

Yobo zaman zaman çok acemice hatalar yaptı ve "Youtube'lara düştü". Umarım Türkiye'de olabildiğince az düşer bu gibi durumlara. En büyük artısı, taraftarın Uche'ye büyük özlem duyması, yeni gelmiş olması ve Bilica'ya duyulan tepki/nefret...

Ben Yobo'nun bu şartlarda çok iyi bir transfer olduğunu, Fenerbahçe taraftarları tarafından çok sevileceğini ve takımın değişilmez isimlerinden biri olacağını düşünüyorum ama buraya kimler kimler geldi de olmadı, yine de temkinli olmak lazım. Sonuçta Moyes tarafından yedek bırakılmaya başlandı ve 2006/07'de 38 maçın hepsinde oynarken, geçen yıl 17 maçta forma giydi sadece. Süper durumda olsaydı Moyes salak değil ya, elinde Dünya'nın en iyi 10 stoperinden biri olmadığı sürece onu yedek bırakmazdı ve Fenerbahçe'ye kiralanmasına izin vermezdi.

Beklentileri çok yukarda tutmamalıyız ama Bilica'dan çok daha iyi bir performans göstereceğine ve sonunun Diatta gibi olmayacağına eminim diyebilirim. Tüm Fenerbahçe taraftarlarına hayırlı olsun...